“Bu bir yazgı mı; dedem, babam ve ben? İyi ki benim bir oğlum olmadı, bir oğlum olsaydı; bu ona da sirayet edecekti. Dedem idam edildi, babam canına kıydı, ama ben direndim; cezaevinden sağ çıktım ve bu döngüyü kırdım sağ çıkarak” diyor Nail Keçili.
Dedesi Yenibahçeli Nail Bey, babası Nadir Nail, kendisi Nail Keçili… İster adına makus talih, ister tesadüf deyin; ne derseniz deyin ama üç Nail’in de başına gelenler güç ve iktidar kavgasının bir aileyi hem de üç kuşak nasıl sarstığının hazin bir öyküsü…
İttihat Terakkili dedesi Yenibahçeli Nail Bey, Atatürk’e suikasttan idam ediliyor. DP iktidarına yakın olan babası 27 Mayıs akabinde intihar ediyor. Bir dönem reklam patronuyken “banka hortumcusu” sıfatıyla 16 ay cezaevinde yatan, 10 yıl sonra aklanan Nail Keçili’nin yaşamını Gazeteci-Yazar İrem Barutçu kitaplaştırdı. Destek Yayınlarından çıkan Nail Keçili Ailesinin Üç Kuşak Trajik Öyküsü isimli kitabı konuşmak üzere Nail Keçili’nin kapısını çaldık. Tabii İrem Barutçu da oradaydı.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Nail Keçili, ilk kez “Babıâli Tanrıları-Simavi Ailesi” adlı kitabımı yazarken dikkatimi çekti. Gerek gazete sahipleri arasındaki diyaloglarda, gerekse medya patronları ile iktidarlar arasındaki ilişkilerde oynadığı rol itibariyle bir dönemin önemli bir aktörüydü. Ancak Simavi ailesiyle ilgili çalışmayı hazırladığım dönemde, Keçili ile görüşemedim. Cezaevinden yeni çıkmıştı ve o dönemde röportaj talebime cevap verememişti. Kendisiyle, ancak benim bu ilk görüşme talebimden bir-iki yıl sonra, bir başka röportaj nedeniyle karşılaştık, tanıştık. Bu görüşmede bana “Babıâli Tanrıları-Simavi Ailesi” adlı kitabımı okuduğumu, beğendiğini söyledi ve medyayla ilgili sorularımı cevaplamaya açık olduğunu ifade etti. Bu ilk tanışmadan bir süre sonra yine biyografisini yazmayı planladığım bir medya patronuyla ilgili olarak görüşmek üzere kapısını çaldım. Ancak bu görüşmede Nail Bey, sadece sorularımı cevaplamadı, kendi aile hikâyesini ve meslek hayatında yaşayıp tanık olduklarını da anlattı. Çok ilginç bir aile öyküsü vardı. “Yaşayıp- tanık olduklarım” çerçevesinde anlattıkları da kurulu düzenin nasıl işlediğine ilişkin önemli ipuçları veriyordu. Dolayısıyla bu öykü benim ilgi alanıma giriyordu! Nail Bey, benim bu ilgimi fark etmiş olmalı ki, o anda, “İlginizi çekiyorsanız yazın!” dedi. Dedim ki, “Yazarım ama sırf sizin anlatımınızla olmaz. O zaman bu objektif bir kitap olmaz. Başkalarıyla da konuşurum. Ve bağımsızca yazarım” Nail Bey, bu koşula itiraz etmedi. Kitabın yazım prensibi böyle ayaküstü yapılan bir konuşmayla belirlendi. Akabinde Nail Keçili ile defalarca görüştüm, kayıt dahilinde röportajlar yaptım. Ayrıca ailesiyle, beraber çalıştığı, ortak bir geçmiş paylaştığı ya da bir şekilde dirsek temasında bulunduğu insanlarla konuştum. Nail Keçili dışında, onu seven-sevmeyen, ona yakın- ya da uzak duran yaklaşık 50 kişiyle röportajlar yaptım. Şöyle birkaç isim sıralayacak olursam; Dinç Bilgin, Bahattin Yücel, Erman Yerdelen, Özer Çiller, Cavit Çağlar, Zoltan Boronkay, Bülent Eczacıbaşı, Zafer Mutlu, Umur Talu, Eser Tümen, Güneri Civaoğlu, Faruk Atasoy… Bir solukta aklıma gelenler… Dolayısıyla, bu kitap salt Nail Keçili’nin anlatımıyla yazılmış bir kitap değil. Bu kitabın yazım aşamasında, başka kişilerle de görüşüldü, arşiv taraması yapıldı, tabii kitaba konu olan aileye de görüşü-duruşu soruldu. Tıpkı “Babıâli Tanrıları-Simavi Ailesi” adlı kitabımda yaptığım gibi… Ancak o çalışmada, aile benimle konuşmak, sorularıma cevap vermek istememişti. Bu çalışmada ise Keçili Ailesi, hem benimle görüşmeyi kabul etti, hem de ellerindeki dokümanları paylaştı.
Dedesinin İdam Edildiği Cezaevinde Yatıyor!..
Kitap Nail Bey’in Ankara sorgusu ile başlıyor, sonra dedesine, Ulucanlar Cezaevine, daha sonra tekrar dedesine dönülüyor. Akabinde ise büyüme dönemi, Cen Ajans ve en son cezaevinden çıktığı gün bitiyor.
Neden böyle bir kurgu üzerine kuruldu kitap?
Evet. Keçili’nin cezaevinden çıktıktan sonraki hayatına bakmadım. Öyküyü cezaevinden çıkışıyla bitirdim. Çünkü kitapta üç kuşak boyunca yaşanan trajik bir aile öyküsünü anlatmayı seçtim. Bakın, Nail Keçili’nin dedesi İttihat Terakki’nin ünlü fedailerinden… Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucu komutanlarından… Sonunda Mustafa Kemal’e suikasttan idam ediliyor. Cebeci Cezaevi’nde 26 Ağustos 1926 tarihinde Maliye Bakanı Cavit, Doktor Nazım ve Ardahan Mebusu Hilmi Bey ile birlikte asılıyor. Babası Nadir Nail Bey, Demokrat Parti’ye yakın bir işadamı. Devlet müteahhidi. Ancak son dönemde işleri bozuk… Önce eşi terk ediyor; 27 Mayıs’ın ardından ise iş makinalarına el konulup taahhütlerini yerine getirmesi istenince, iflas ediyor. Sonunda o da ofisinde kendini asıyor. Nail Keçili’ye gelince, uzun yıllar Türkiye’nin en çok ciro yapan reklam ajansının patronu. Establishment’ın önemli bir parçası. O ise Kasırga Operasyonu’nda tutuklanıyor ve Ulucanlar’a atılıyor. İlginçtir; bugünün Ulucanlar Cezaevi, 1926’nın Cebeci Cezaevi’dir. Nail Keçili, dedesinin avlusunda asıldığı cezaevinde yatıyor! İşte kitapta, kurguyu bu üç olay döngüsü üzerinden yaptım. Tabi bu arada kitapta Türkiye’nin yakın tarihine ve ‘establishment’ın işleyişine dair de çok ilginç anekdotlar bulacaksınız.
Kardeşi İdamdan Sonra Kılıç Ali’nin Karşısında Zeybek Oynamış…
Üç kuşak aile hikâyesi; etkileyici ve bir o kadar da trajik… Yenibahçeli Nail Bey idam ediliyor; Nadir Nail Bey intihar ediyor; Nail Bey, bütün kazandıklarını –maddi manevi- kaybediyor. Siz yazarken, en çok hangi olaydan etkilendiniz?
Bir biyografi yazarı olarak, kitabıma konu olan karakterleri gerçek yönleriyle yansıtabilmek amacıyla, bu karakterlere belli bir mesafede durmaya ve özellikle yazım sürecinde, onlarla – olabildiğince- duygusal etkileşime girmemeye özen gösteririm. Profesyonelliği ön planda tutmaya gayret ederim. Ancak insani bir yaklaşımla sorunuza cevap vermem gerekirse, Nadir Nail Bey’in ve Nail Keçili’nin öyküsünde hazin bulduğum bazı yönler olduğunu söyleyebilirim. On yedi yaşındaki bir delikanlı için(Nadir Nail Bey), babasının son nefesini bir idam sehpasında vermesine tanık olmak kolay olmasa gerek… 1926 konjonktüründe Mustafa Kemal’e suikasttan asılmış bir adamın oğlu olmanın taşıması zor bir yük olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Düşünün amca Şükrü Oğuz bile bir süre aileyi ziyaret etmeye cesaret edemiyor! Ve hatta amca Şükrü Oğuz’un ‘beni asmadılar’ diye minnetinden Kılıç Ali’nin karşısında zeybek oynadığı söyleniyor. Hem de abisinin idam edilmesinden birkaç gün sonra. Nadir Nail Keçili’nin öyküsü gerek bu açılardan, gerekse, ileride servetini yitirmesini takiben eşi tarafından terk edilmesi, Demokrat Parti’ye yakın işadamı kimliğiyle 27 Mayıs’ın ardından batma noktasına getirilmesi, ortağı tarafından dolandırılması ve neticede ilmiği boynuna kendi elleriyle geçirmesi göz önüne alındığında bana son derece hazin geliyor. Babasını 17 yaşında yitirmiş bir insanın, kendi oğlunu 13 yaşında babasız bırakabildiği göz önüne alındığında bu insanın yaşadığı manevi çöküş, sanırım daha iyi anlaşılabilir… Yine insani bir değerlendirmeyle Nail Keçili’nin öyküsünde de bana dokunan bazı bölümler olduğunun altını çizmeliyim. Babası, annesi tarafından Londra’dan yollanan bir mektupla terk edilen erkek çocuğunun tanık olduğu o iç acıtıcı manzara bunlardan biridir: Çocuk Nail Keçili’nin, babasının annesinden gelen mektubu açıp okuduğu o an katıla katıla ağladığını görmesi… Babasının, annesinin yokluğunda ağır ağır çöküşünü izlemesi… Sonra bir gün babasının intihar ettiğini, onu yetim bırakıp gittiğini öğrenmesi… Babasının cenazesinde ayakkabılarının çalınması bile ayrı bir dram…
“Keçili Ailesi Üç Kuşak Kurtlar Boğuşmasının İçinde!..”
Üç kuşağın hikâyesinden Türkiye adına nasıl çıkarımlar yaptınız?
Keçili Ailesi’ne, öyküye vakıf olduğum andan bu yana bakış açım, bu üç karakterin de, yaşadıkları dönemde, bu topraklar üzerinde cereyan eden güç-iktidar oyunlarında rol aldıkları, saf tuttukları ve güçsüz düştükleri anda, bunun kaçınılmaz neticesi olarak, yok edildikleri ya da etkisiz hale getirildikleri şeklinde… İttihatçı Yenibahçeli Nail Bey, bir “hesaplaşma”nın son raundunda Mustafa Kemal Atatürk’e suikasttan idam edilmişti. Nadir Nail Bey, Demokrat Parti iktidarıyla beslenen, Demokrat Parti’ye yakınlığı ile ihaleler alabilen bir müteahhit idi. 27 Mayıs onun da çöküşü olmuştu; intihar etti. Nail Keçili, Demirel-Özal- Tansu Çiller başta olmak üzere pek çok siyasiye danışmanlık hizmeti vermişti. 90’lı yıllara damgasını vuran DYP-ANAP arasındaki merkez sağda liderlik kavgasında Çiller’in güçlü bir kurmayı olarak görülmüş ve üzerine husumet çekmişti. Ayrıca Keçili’nin, iktidarlar, medya patronları ve büyük sermaye içindeki rolü ile; iktidar-medya anlaşmazlıkları ya da medya kavgalarındaki “ara bulucu” pozisyonu nedeniyle kimi zaman taraf olarak algılandığı ve öfke çektiği de unutulmamalı. O da, Kasırga Operasyonu sırasında gözaltına alındı, Etibank ve Egebank davaları çerçevesinde tutuklu yargılandı ve uzun bir yargı sürecinin sonucunda –Etibank’ta temyiz yolu açık olmakla birlikte-iki ceza davasından da beraat etti. Bunu, kitapta da kullandım: Kemal Tahir, “Kurt Kanunu” adlı eserindeki bir diyalogda, “Tarihin örneğini yazmadığı kurtlar boğuşmasına girip yenik düştük. Kurtlukta düşeni yemek kanundur” der. Benim algım, Keçili Ailesi’nin de üç kuşak kurtlar boğuşmasının içinde olduğudur.
Siyasi erki elinde bulunduran gücün intikam içgüdüsüyle davranmasının toplum ve kişiler üzerinde ve de demokrasimizde açtığı yaralar bakımından nasıl dersler çıkarılabilir bu üç insan hikâyesinden?
Kuşkusuz bu öykü, belirttiğiniz açıdan son derece önemli… Ancak yaşadığınız yer iyi işleyen bir hukuk devleti değilse, siyasi erki elinde tutanların, bu gücü, gerekli gördüğü zaman kendi çıkarları ya da kişisel kavgaları için kullanabilmelerine şaşmamak gerekir!
Ünlü ailelerin hikâyelerini anlatmakla bir yerde tarihe tanıklık mı ediyorsunuz?
Biyografi yazmaya başladığım günden bu yana, zaman zaman “Niye bu aileleri yazıyorsunuz?” sorusu yöneltildi bana… Her seferinde o cevabı verdim: Çünkü bizi kimlerin yönettiğini ya da yönlendirdiğini bilmeye hakkımız var. İlk kitabıma konu olan Simavi Ailesi, Türkiye’nin en önemli gazetesi olan Hürriyet’i kuran aileydi. Türk basınının kurucu geleneklerini onlar oluşturmuştu. Ellerindeki büyük güçle, bu ülkenin siyasetine, ekonomisine, toplumsal yaşantısına her anlamda yön vermişlerdi. Dolayısıyla kamuoyunun onları tanımaya hakkı vardı. “Nail” adlı kitabımda ise, bir yandan üç kuşak trajik bir aile öyküsü yer alıyor ama bu öykü, bir yanıyla da, bir dönem Türkiye’de reklam sektörünün yüzde 55’ini elinde tutan önemli bir piyasa aktörünün anlatımıyla ve elbette dönemin diğer tanıklarının da aktardıklarıyla, “establishment” adını verdiğimiz kurulu düzenin reflekslerine dair ipuçları sunuyor. Bunlar yazılmalı ve gelecek kuşaklara, bir veri olarak bırakılmalı. Sizin sorunuza dönersek, “Tarihe tanıklık ediyorum” diyemem ama “Yaptığım röportajlarla, dönem tanıklarının sahip oldukları bilgileri kayda geçiriyor; geleceğin sosyal bilimcileri için veri topluyorum” diyebilirim her halde…
“Keçili’nin de Birçok Yüzü Vardı…”
Nail Keçili’yi tanıdıkça neler hissettiniz? Dışarıdan öyle görünmüyor aslında, dediğiniz şeyler oldu mu?
Bu soruya, kitabın beşinci bölümünde, “Birkaç Yüzü Vardı” başlıklı bölümde cevap veriyorum aslında… Diyorum ki, “Pek çok patron gibi Nail Keçili’nin de birkaç yüzü vardı”… Bu pozisyonlara gelmiş insanlara baktığınızda, bunu görürsünüz. Kişilik özelliklerini sorguladığınızda, değişik kişilerden, birbiriyle çeliştiğini düşündüğünüz cevaplar alabilirsiniz. Örneğin görüştüğünüz biri size o kişinin son derece duygusal ve yumuşak, bir başkası ise sert ve gaddar olabileceğini söyleyebilir. Benim yaklaşımım, çok yukarılara çıkmış, kendi alanlarında, başarı sağlayıp büyük müesseseler kurmuş kişilerin o sistemi devam ettirebilmek adına değişik yüzler geliştirdiğidir. Bu gerçek, “Babıâli Tanrıları-Simavi Ailesi” adlı kitabımda, Erol Simavi’yle ilgili olarak yaptığım görüşmelerde de dikkatimi çekmişti. Erol Bey’le ilgili olarak o kadar değişik ve birbiriyle çelişen anekdot dinledim ki, sonunda, “Bir imparatorun birçok yüzü vardı” demenin en doğrusu olduğuna karar verdim. Bu, Nail Keçili için de geçerlidir.
Büyük bir imparatorluktan sade bir hayata geçiş… Okuyucular nasıl bir ders çıkaracak bu hikâyeden?
Her okur, kendi dünya görüşü çerçevesinde bir sonuca varacak elbette… Ben, okur adına konuşmak istemem. Ancak benim vardığım sonucu sorarsanız, beşinci bölümün önüne koyduğum Eski Ahit’ten bir alıntıyla bakış açımı ortaya koyuyorum. “Büyük işlere girdim. Kendime evler inşa ettim, bağlar diktim. Bahçeler parklar yaptım… Kadın erkek köleler satın aldım… Ayrıca benden önce yaşayan herkesten çok sığıra, davara sahip oldum. Altın gümüş biriktirdim; kralların, illerin hazinelerini topladım…” diye başlar bu bölüm… Ve nokta şöyle konulur: “…Yaptığım bütün işlere, çektiğim bütün emeklere bakınca, gördüm ki, hepsi boş ve rüzgârı kovalamaya çalışmakmış. Güneşin altında hiçbir kazanç yokmuş…”
Nail Keçili:
“Kitabı okurken sinirim bozuldu!..”
“Ben bu kitapta hakikaten İrem Hanım’ın yazdığı hiçbir şeye müdahale etmedim. Hatta çok komik bir şey söyleyeceğim: Kitabı hazırladı ve bana getirdi. ‘Okuyun, yanlış bir şey varsa bana bir tek onu söyleyin’ dedi. Aldım ama okurken sinirim bozuldu. Dedim ki, ‘Ben bunu okuyamayacağım.’ Kızım Nazlı’ya verdim, o da okuyamadı. Ama biz İrem Hanım’a, ‘Okuduk tamam, hayırlı olsun’ dedik ve o kitap çıktı. Halbuki kitabı okumadık… Çıktıktan sonra okudum ben kitabı, ama nasıl okudum biliyor musunuz; çok hızlı bir şekilde. Kendimde bir güç bulsam bir daha okuyacağım, fakat okuyanlar çok beğeniyor. İrem Barutçu’ya teşekkür etmemi gerektiren en önemli husus o kadar objektif yazmış ki kitabı, tamamen bütün gerçekleri çıplak bir şekilde gözler önüne sermiş. “
“Ben de 28 Şubat Kurbanıyım!..”
“Dedemi okuduğunuz zaman aklınız gidiyor… Babam 27 Mayıs kurbanı… Bendeniz de bu dönemin, 28 Şubat’ın kurbanıyım. Bakın, Ege Bank davası 9 yıl, 8 ay sürdü. Beraat ettim mahkemede ve Yargıtay da beraatimi onadı. Etibank’tan da üç defa beraat ettim zaten. Ama tutuklandığımda, hakkımda yazılar yazan gazeteciler, köşe yazarları, ‘Bu adam beraat etti’ demediler; ‘Bu adamın bir suçu yokmuş, pardon’ bile demediler, diyemediler. “
“Ben Cezaevinden Sağ Çıkarak Döngüyü Kırdım!..”
“Ben hep şunu söylerim: Bu bir yazgı mı; dedem, babam ve ben? İyi ki benim bir oğlum olmadı, bir oğlum olsaydı; bu ona da sirayet edecekti. Ama babam canına kıydı, ben direndim; cezaevinden sağ çıktım ve bu döngüyü kırdım sağ çıkarak.”
Röportaj: Kezban Aslan Yılmaz VipMag