İrem Barutçu, Çetin Emeç suikastından sonra Yüzyıl dergisini arayan bir kişinin, “2 yıl önce olaylar başlayacak diye MİT’e bildirdik. Erol Simavi’yi annesinin mevlidinde indireceklerdi. Ama gelmedi! Onun yerine Çeto’yu (Çetin Emeç) vurdular.” dediğini aktarıyor.
Ahmet Özal ve amcası Korkut Özal, eski başbakan ve cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’a 1988’de düzenlenen suikastın arkasında Hürriyet’in eski patronu Erol Simavi’nin olduğunu, bugünlerde bir kez daha dillendirdi. Hürriyet’i 1994’te sattıktan sonra bir daha Türkiye’ye dönmeyen Erol Simavi hakkındaki en kapsamlı araştırmayı yapan gazeteci-televizyoncu İrem Barutçu, 4 yıllık çalışmasını “Babıâli Tanrıları-Simavi Ailesi’ kitabıyla pekiştirdi. Barutçu, başta Erol Simavi–Turgut Özal ilişkisi olmak üzere, Simavi’nin medya patronluğu serüvenini Aksiyon’a anlattı.
Bu kitabı hazırlarken, 4 yıl içinde 100’den fazla görüşme yaptınız. Hareket noktanız neydi?
Medyayı yazmak tüm dünyada tabudur. Simavi ailesini yazmak da öyleydi. Yaklaşık 4 sene süren çalışma sonunda anladım ki yazılabilirmiş ama basılması zormuş! Kitabı bitirdiğim günlerde bir dostun tavsiyesiyle Alkım Yayınevi’ne yönlendirildim. Sözleşme imzaladık, yayına hazırlık sürecinde beraberce çalıştık, ancak tam da kitabın baskıya gideceği günlerde, yayınevi sahibi beni çağırıp dedi ki: “Bu kitabı, roman yapalım, daha çok basalım. Dipnotları da atalım.” Ama böyle bir çalışmada dipnotlar çok önemlidir. Çünkü gücü, gerçek olmasında. Roman önerisi de beni rahatsız etti. Neticede bir gün “Gelin sözleşmenizi alın. Biz basmıyoruz bu kitabı!” dediler. Sonra yayınevi yayınevi gezdim. Son çare, dönemin Yayıncılar Birliği başkanına yolladım, “Güzel kitap ama Türkiye’de basılması zor.” yanıtı aldım. Umudumu yitirmişken, kitabım Osman Akınay’ın sahibi olduğu Agora Kitaplığı tarafından yayımlandı.
Kitabı yazarken bir baskı gördünüz mü?
Kitabı yazdığım süreçte, Erol Simavi döneminde çalışmış eski bir yayın yönetmeni benimle görüşmek istediğini söylemişti. Buluşmuştuk. “Dikkat et! Bir daha medyada iş bulamayabilirsin!” uyarısında bulunmuştu. Konuşmanın devamında, yeni bir gazete çıkarmayı düşündüklerinden, cebinde bir isim listesi olduğundan, o listede benim adımın da bulunduğundan bahsetmişti. Hoşlanmadığım, ‘havuç-sopa’ tarzı bir konuşma.
Simavi ailesi, kitap yazılırken mi haberdar oldu?
Evet. Böyle bir kitap yazmakta olduğum, ailenin kulağına, ben röportajlara başladıktan belli süre sonra gitmişti. Belli bir aşamadan sonra da Belma Simavi’yi aramış ve sekreterine durumumu anlatmıştım. Aldığım cevap ilginçti: Sekreter, kısaca, “Biz bir kitap yazdığınızı duyduk ve bundan hiç hoşlanmadık… Böyle bir kitap yazılacaksa önce bizden izin alınmalı… Ne cüretle yazarsınız?” diyordu. Ama yine de özel hayata ilişkin birkaç hassas noktada ailenin bir-iki bireyi ile konuşmayı denedim. Fakat kimse görüşme fikrine sıcak bakmadı. Sonuçta şu stratejiyi uyguladım: Her bir anekdotu birkaç kişiden doğrulamak.
Kitapta da yer aldığı gibi, Korkut Özal’ın kardeşi Turgut Bey’e yapılan suikastın arkasında Erol Simavi’nin olduğu iddiasını, bugün Ahmet Özal da dile getiriyor…
Bu kitabı yazdığım günlerde, bu iddiayla ilgili olarak Korkut Özal’ı defalarca aradım, ofisine not bıraktım. Bana dönüş olmadı. Ahmet Özal’ın ofisinden de geri dönüş olmadı. Aile bu konuyu konuşmak istemiyordu.
Niye ortaya atıyorlar?
Bunu bilemem. Ama ben de bir araştırmacı olarak şunu merak ediyorum: Bu iddia, 24 Haziran 1998’de Milliyet’e manşet oluyor. Milliyet’e göre, Korkut Özal, “Ağabeyim suikasttan bir yıl sonra bana, suikast işini araştırdık; arkasından Erol Simavi çıkıyor, dedi.” diyor. Yine o tarihli gazetelere bakarsak, Semra Özal, Korkut Özal’ın bu iddiasını, “Amacı sansasyon yaratmak.” diye yorumluyor. Aile bunca yıl niçin susuyor. Bakın, Simavi-Özal gerginliği 19 Nisan 1988 tarihinde Hürriyet’in sürmanşetinden yayımlanan ‘Sayın Başbakan’ başlıklı açık mektupla başlamıştır.
Özal ile Simavi ilişkisi bu mektup öncesinde nasıldır?
Turgut Özal, siyasetteki ilk dönemlerinde, Erol Simavi’nin sempati duyduğu bir siyasidir. Erol Bey, aileyle görüşür. Semra Hanım’a ‘abla’ der. Konutun mutfağında kahve içtikleri, fal baktıkları bana anlatılmıştır. Dönemin tanıkları, Ahmet Özal’ın da Erol Bey’i gazetede ziyaret ettiğini, sohbetlerinde, masasında yer aldığını aktarmıştır. Gelgelelim Özal’ın basınla yaşadığı bahar havası, Kasım 1987 seçimlerinden sonra yerini gerginliğe bırakır. Gerginliğe uzanan süreçte, 86 Eylül’ündeki ara seçim başarısızlığı, 1987 Şubat’ındaki by-pass ameliyatı, kızı ve damadının servetine ilişkin yayımlanan eleştirel haberler etkilidir. Siyasi yasakların kaldırılmasına ilişkin referandum öncesinde Özal’ın ‘Hayır’ kampanyası yürütmesi köşe yazarlarından eleştiri almış ve bu eleştiriler Özal’ı rahatsız etmiştir. 87 Kasım’daki genel seçimlerin ardından gazetelere kırgınlığını ifade etmeye başlar. Ve Özal, elindeki gücü, basını zapturapt altına almak için kullanmaya başlar. Örneğin çıktığı takdirde basın patronlarına ağır cezalar getirecek olan ‘yalan’ yasa tasarısı gündeme gelir. Patronlar, İstanbul’da buluşur ve tasarıyı kınayan bir metni gazetelerinin birinci sayfasından yayımlamaya karar verirler. Başbakan durumu haber alır, hazırlanan metin geri çekilir. Yine Özal’ın müdahalesiyle Tercüman’da Nazlı Ilıcak’ın yazıları kesilir. Muhalefet yaptığı için Günaydın gazetesine ilan verilmezken, yine Haldun Simavi’ye ait Gölge Adam, Ertuğrul Akbay’ın Özal ailesine yakınlığı nedeniyle kamu ilanlarıyla abat edilmektedir! Bunlar Erol Simavi’yi rahatsız eder. Derken, 17 Nisan’da büyük bir kâğıt zammı gelir. Bu zam, bir yıl içinde yapılan 12. zamdır, üstelik gazetelerin fiyatlarını 250 liraya çıkardıklarını okura duyurduğu bir pazar günü yapılmıştır. “Ben kâğıda ne zaman zam yapacağımı iyi bilirim.” diyen liderdir, Özal… ‘Sayın Başbakan’ başlıklı açık mektup bu konjonktürde yayımlanır.
Bu mektubun içeriği nedir?
Ağır bir mektuptur. Başbakan’a “By-pass ameliyatı sırasında, kalp durdurulur, beyine 15-20 saniye oksijen kesintisi olur. Bu herkeste değişik izler bırakır… Bu ameliyatın sizde bıraktığı etki ise basından nefret…” denilmektedir. Mektupta bir de gözdağı vardır. Bakın mektubun son cümlesi, “Benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de 1. kuvvet faslına, bilir misiniz ne yazar? Basın… Ya ikinci? Buyurun kalemimi zat-ı aliniz teslim alın. Aklınız ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın.” şeklindedir ki bu askere bir göndermedir. Nitekim röportajlar sırasında Özcan Ertuna (Hürriyet’in eski genel müdürü), ilk metinde, “Sen böyle başına buyruk davranırsan bir gün ordu gelir ve senin de hesabını görür” gibi bir ifade olduğunu bana aktarmıştır. Demokrasi anlayışıyla uyuşmayan bu ifade, Ertuna’nın müdahalesi üzerine çıkarılmıştır.
Erol Simavi, Özal’ı darbeyle mi tehdit ediyor yani?
Yoruma açık. O anda öfkeyle tehdit edebilir ama kanaatimce bu kadar gücü yoktur. Bu kadar gücü yoktur, diyorum; çünkü unutmamalı ki mektubun mürekkebi kurumadan Özal’la barışmak için elinden geleni yapmıştır.
Ve adres olarak orduyu gösteriyor…
Evet, gösteriyor. Yalnız o tehditkâr tarzı, Hürriyet gibi bir gazetenin patronu olmanın getirdiği mağrur ifadeye de yorulabilir… Bu metnin yayımlanmasıyla, Turgut Özal-Erol Simavi ilişkisi kopmuştur. Erol Bey, ilk günlerde müthiş destek görmüştür. “Patron müthiştin” ya da “Yaşasın Erol Bey” türü yüreklendirmeler… Ama sonra? Onu, başbakan ile kavgalı olmanın telaşı almıştır. Çünkü Simavi ailesi iyi bilir ki iktidarla kavga etmek uzun vadede kazanç getirmez.
Mektupla suikast arasındaki tarihte neler oluyor?
Kâğıt zammı 17 Nisan’da. Mektubun tarihi 19 Nisan. 1 Mayıs’ta Hürriyet’in 40. yılı kutlamaları başlıyor ve Erol Simavi barış tesis edebilmek amacıyla bu kutlamalara Özal’ı da davet ediyor. Barış süreci o kadar hızlı yaşanıyor ki (2 hafta), kulislerde “Pes, daha mektubun mürekkebi bile kurumadı!” diye alay ediliyor. Sanıyorum önce Ahmet Özal, İstanbul Hilton’daki davete geliyor, yakınlaşma sağlanıyor. Akabinde Erol Bey, Turgut Bey’i Ankara’da ziyaret ediyor ve Büyük Ankara Oteli’ndeki törene davet ediyor. Özal davete iştirak edinceye dek panik yaşıyor. O gece orada bulunan muteber bir gazeteci, Hürriyet’in patronunun hâletiruhiyesini, “Erol Bey, Başbakan ‘Gelecek mi, geliyor mu?’ diye panik hâlindeydi. Gözü her an kapıdaydı… O gece onu gözlemlerken, ‘Başbakan’ın tavır koyması çok sarsmış!’ diye düşünmüşümdür.” şeklinde anlatmıştır bana. Simavi, Özal davetine katılınca çocuklar gibi seviniyor. Öpüşülüp barışılmış ve hatta Başbakan için bir de jest yapılmıştır: Simavi, Hürriyet’in 40. yılı dolayısıyla Emin Çölaşan’a verdiği röportajın 4 Mayıs tarihli bölümünde siyasi yasağı henüz kalkan ve o günlerde Özal’ın en büyük rakibi olan Demirel’in mason olduğunu açıklamıştır! Bir detay daha: Simavi’nin kırmızı pasaportu da Özal döneminde verilmiştir. Verildiği tarihe dikkat çekeyim: 13 Mayıs 1988!
12 gün sonra barışıyorlar…
İlişki normale dönüyor. Hatta 25 Eylül 1988 referandumu öncesinde Turgut Özal medya patronlarına ve gazetecilere bir davet veriyor. O davette, Erol Simavi, Hasan Pulur’un yönelttiği enflasyonla ilgili bir soruya Başbakan’ın önündeki mikrofonu alarak kendi cevap veriyor. Simavi’nin cevabının bir meslek büyüğü olarak ‘paylamak’ şeklinde olduğunu, o günlerde Güngör Mengi de Sabah’ta not düşmüş.
Özal-Simavi ilişkisinin aşamalarına dönersek…
1988 yazında Günaydın gazetesi Asil Nadir’e satılıyor. Büyük sermaye giriyor basına. Asil Nadir’in medyaya girişinin bir Turgut Özal operasyonu olduğu konuşuluyor. Kim Asil Nadir? Sunday Times’ın yaptığı zenginler listesinde, serveti Prens Charles’la kafa kafaya olan bir iş adamı. 500 milyon sterlinlik kişisel servetiyle İngiltere’nin 30. zengini. Tabii Erol Simavi, Günaydın’ın satışında büyük üzüntü yaşıyor. Bu satışla, ‘Simavi İmparatorluğu’ Babıâli’de önemli bir kanadını yitiriyor! Ayrıca ağabeyinin satıp çıkmasıyla yalnızlık başlıyor. O günlerde kulağına Asil Nadir’in Türk medyasını ‘adam etmekten’, Hürriyet’in patronuna ‘gününü göstermekten’ bahsettiği de çalınıyor. Tabii Asil Nadir’de de bir Hürriyet öfkesi var; çünkü Hürriyet bu iş adamının özel hayatını didik didik ediyor; öyle ki Asil Nadir’in baldızıyla ilişkisi olduğuna dair haber dahi yayımlıyor. Ve Harbiye Orduevi’ndeki Özal’ın davetiyle gerçekleşen toplantıda Erol Simavi ile Asil Nadir bir araya geliyor, kılıçlar çekiliyor.
Özal, Dinç Bilgin ve Erol Simavi’nin olduğu bu toplantıda neden Asil Nadir sürprizi yapıyor?
Asil Nadir de Günaydın’ın patronu… Piyasanın yeni oyuncusu… Bakın Asil Nadir, Günaydın’ı almış, Hürriyet’ten adam çalmaya başlamış, büyük promosyonlar yapıyor. Daha önce bir otomobil, bir daire verilirken, Asil Nadir’in Günaydın’ı 30 otomobil, 30 daire veriyor. Üstelik bunlar televizyonda da reklam olarak yayımlanıyor. Erol Simavi, Özcan Ertuna’yı Özal’a yollamış ve reklama engel olunması için ricada bulunmuş. Özal’ın cevabı: “O zaman da Asil’e haksızlık olmaz mı?” Yemeğin sonuna doğru, kapı açılıyor. Çavlan Süerdem (Rauf Denktaş’ın eski danışmanı), Asil Nadir ve yanılmıyorsam Ahmet Özal yemek salonuna giriyor. Tanıklardan dinlediğim kadarıyla Erol Simavi, bir noktada Özal’a dönüp diyor ki: “Sayın Başbakan senin evinde bir papatya var. Benim de bir kasımpatım var. Epeydir görmüyorum. Canım kasımpatı koklamak istiyor. Ben gidiyorum.”
Bu yemekte Özal, Asil Nadir ve Erol Simavi için Hürriyet’in satışının pazarlığını mı başlatmak istedi?
O durumda Dinç Bilgin’i davet eder miydi, bilemiyorum. Orada Erol Simavi ile Asil Nadir arasında tatsız bir konuşma geçiyor. “Hesap ettirdim. 50 milyardan fazla zarar edeceksin. Ne hakkın var? Kimin parasını harcıyorsun?” diyor Erol Simavi. Asil Nadir, “Bu para benim için önemli değil. Bu benim için peanut (fındık-fıstık) parasıdır.” diyor. Simavi hiddetleniyor: “Bak Asil kardeşim, sen diyormuşsun ki ‘Ben Günaydın’ı Erol Simavi’nin ağzına yapmak için aldım.’ Ağız burada. O trilyonları bana ver. Gel buraya yap.” diyor. Simavi hızını alamayıp, “Sen bütün gazeteleri alıyormuşsun. Gel benimkini de al.” diyor. Nadir, “Alırım.” diyor. Bunun üzerine Erol Simavi, Özal’a da dönüp diyor ki “Yalnız ben 12 sıfırlı isterim Turgut Bey. Sen de aracılık yap. Sana da yüzde 10 komisyon verelim. Seçim geliyor. Paraya ihtiyacın olabilir.”
Bir medya patronu, bir başbakana hakaret ediyor…
Ediyor… Bakın Erol Simavi önce gazeteci, gazete patronudur. Başka iştirakleri olmuştur ama genelde zarar eder. En önemli markası Hürriyet’tir. Görüyor ki basına büyük sermaye giriyor ve dengeler değişiyor. Özal’ı, Asil Nadir’in hamisi olarak algılıyor! Ama enteresan bir patron Simavi… Asil Nadir battığı zaman, Turgut Özal’a giderek, Nadir’in kurtarılması için de ricacı olmuş. İlginçtir; Harbiye Orduevi’nde yaşananlardan sonra Simavi ile Nadir arasında Hürriyet’in satışı için diyalog başlıyor. Dönemin Hürriyet Genel Müdürü Özcan Ertuna, Asil Nadir’le 1,2 trilyonda anlaştıklarını açıkça söylemiştir. “Bu para 270-300 milyon sterlin civarındaydı.” demiştir. Erol Simavi’nin, Özcan Ertuna’dan, bu görüşmeyi oğlu Sedat’tan saklamasını istemesi de bir başka ayrıntıdır. Tabii bunu Sedat Simavi öğreniyor ve Ertuna’ya “Sen benim gazetemi nasıl satarsın ağabey?” deyip satışı engelliyor.
Hürriyet’e daha sonra, o dönemin medya devi Robert Maxwell talip oluyor…
Bu önemlidir. Günaydın’ın Asil Nadir’e satılmasında aracılık yapan Başkurt Okaygün, Maxwell’e giderek “Hürriyet ile ilgilenir misiniz?” diye soruyor. “İlgileniriz.” cevabı gelince, görüşmeler başlıyor. Son görüşme, Maxwell’in, İstanbul Ataköy’de demir atmış olan Lady Ghislaine adlı teknesinde. Ertuna, burada Hürriyet için 270 milyon sterlin önerildiğini ve Erol Bey’in bu teklif karşısında çok heyecanlandığını bana aktarmıştır. Ertuna’nın ifadesi şudur: “Sonra o gece bir şey oldu. Ertesi gün Erol Bey, ‘Bunlar benim gazetemi elimden almak istiyorlar; ama ben gazetemi satmam’ şeklinde açıklamalar yaptı. Eminim ki bir şeyler girdi devreye…”
Sizce kimler girdi devreye?
Benim aldığım izlenim, derin devletin devreye girdiği yolundadır. Biliyoruz ki Maxwell’le pazarlıklar yapılırken Erol Bey çok heyecanlı! Bakın, Maxwell’in önerdiği miktar çok ciddi! Hürriyet’in yüzde 25’i -Maxwell’in teklifinden sadece birkaç yıl sonra- Erol Aksoy’a 16 milyon dolara satılmıştır. Aydın Doğan ise -daha sonra- yüzde 51 için 70 milyon dolar ödediğini açıklamıştır… Aydın Bey ayrıca borçları da yüklenmiştir… Hürriyet’in -yanılmıyorsam- 70-71 milyon dolar gibi bir borcu vardı. Farka bakın!
Derin devlet, Hürriyet’in satılmasını neden istemedi?
Belki de Maxwell’e satılması istenmedi. Bu anekdottan şu sonucu çıkarabiliriz belki: Gazetenizin adı ‘Hürriyet’ ise, 270 milyon sterlin bile önerilse, istediğiniz kişiye satamayabilirsiniz.
Bu satış gerçekleşmeyince, Erol Bey’in İsviçre’ye gitmesi ve uzun süre dönmemesi… İlginç değil mi?
Erol Bey, 1970’lerin sonundan itibaren İsviçre’de yaşamaya başlıyor. Ayrıca orada bir kız arkadaşı var… Erol Bey’in en büyük korkusu, ölüm korkusu. Babası 57 yaşında vefat etmiş. O da ‘57 yaşında öleceğim’ vehmine kapılmış. Hatta Hürriyet’teki yakın kurmayları arasında, bu bir şaka konusuymuş. Zannediyorum dinlenmek istiyor. Yoğun çalıştığı dönemde bile Erol Bey’in temposu şöyle: Sabah kalkıyor, gazeteye gidiyor. 11.00 gibi çıkıyor. Bir yerde içkisini alıyor, öğle yemeğini yiyor ve uykusuna yatıyor. Öğleden sonra ise ya kısa bir süre gazetesine uğruyor ya da telefonla, “Ne var ne yok?” soruyor. Müdavimi olduğu kulüpler var, akşamları oralarda dostlarıyla eğleniyor. Zaten oğlu Sedat’ın yönetime gelmesinin ardından artık gazeteye gelmemeye özen gösteriyor; soranlara, “İsviçre’de kalmam, üç ayda bir muayene olmam gerekiyor. Özellikle gelmiyorum; oğlum sorumluluk kazansın istiyorum.” diyor. Bu dönem Hürriyet açısından tam bir türbülans dönemi. Baba ile oğul arasında güven sorunu var. Bu arada Sedat Simavi, kendi atadığı genel yayın yönetmeniyle dahi Doğan Hızlan gibi aracılarla görüşüyor. Çetin Emeç suikastından sonra gazeteye nadiren uğruyor. Emeç suikastı, inanıyorum ki, Erol Bey’in ruhunda da fırtınalar koparmıştır!
Daha sonra Erol Aksoy’un ortaklık dönemi geliyor…
Asil Nadir’le görüşmelerin ardından Hürriyet’e talip olabilme cesareti artmıştır. Erol Simavi de satıp gitme fikrine yaklaşmıştır. Yazılı basına pahalı teknoloji girmeye başlamıştır. Enflasyon yüksektir, sürekli sermaye artırımı gerekir, promosyonlar rekabeti artırmıştır. Oğlunun işe sarılmadığını düşünmektedir. Medya savaşları patlamış ve ailesine dahi dil uzatılır olmuştur. Hürriyet’in borcu vardır, borçtan korkar. Asil Nadir ve Maxwell’den sonra Uzan ailesiyle konuşulur; anlaşma noktasına gelinir, son anda vazgeçilir. Bu arada gazeteye ortak alma fikri gündeme gelir. Bu ortak aynı zamanda banka ve televizyon sahibi de olan Erol Aksoy’dur. Hürriyet’in yüzde 25’i, 1993 Haziran’ında 16 milyon dolara Aksoy’a satılır. Ama Erol Aksoy, Hürriyet’te, sahip olduğu yüzde 25’in ona bahşedeceği güçten çok daha fazlasını kullanmaktadır. Hürriyet çalışanlarını şaşırtan bir durumdur bu. Anlaşılır ki Aksoy önce yüzde 25’i, sonra kalan hisseyi alacaktır. Ancak işini dış borçla götüren Aksoy için işler yolunda gitmez. 94 krizi ve devalüasyon onu batma noktasına getirir. Simavi ailesi “Hürriyet’i satın al!” dediğinde, “Alamayacağım!” der. Bunun üzerine Simavi ailesi, Aksoy’a sattıkları hisseleri geri almak ister. Aksoy’un buna da yanıtı olumsuzdur. Ve 29 Haziran 1994’te Aydın Doğan’ın Hürriyet’e ortak olduğu açıklanır. Ertesi gün Simavi ailesinin Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na yaklaşık 3 milyon dolarlık bir bağışta bulunduğu…
Erol Bey geçtiğimiz günlerde, bu bağışı reddetti!
Erol Bey yanlış hatırlıyor. Çek, törenle dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e teslim edilmiştir. Simavi ailesini ve kurumu temsilen Ertuğrul Özkök, Yaşar Eroğlu, Sedat Ergin, Emin Çölaşan ve Emin Yalman oradadır. Hatta Çölaşan ve Özkök birer de makale yazmışlardır. Özkök, makalesinde, bu bağışı ‘Simavi ailesinin şövalye ruhuna’ bağlamıştır! Bakın bir detay daha… Erol Simavi, Emin Çölaşan’a verdiği röportaj çerçevesinde 2 Mayıs 1988’de ne diyor biliyor musunuz? “Etrafa dağıttığım paraları, yaptığım yardımları az görmeye başladım… Ama bir kumarhane olsaydı, oradan da bana ayda 100-200 milyon lira gelseydi, tek kuruşunu bile cebime atmadan, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, hayır kurumlarına verirdim…”
Bu çekin, Erol Simavi ve Erol Aksoy arasında bir ‘şah-mat’ olayı olduğunu da düşünüyorsunuz…
Bu çek, Doğan Güreş’e teslim edildikten sonra spekülasyonlar yapıldı. Bunlardan biri de bunun Erol Aksoy’la Erol Simavi arasında oynanan bir satranç oyunu olduğu; Simavi’nin, şah çektiği ve Aksoy’u mat ettiği. İddia o ki bu çek, Aksoy tarafından Simavi’ye ödenmiyor. Yeni sahiplerine teslim edildikten 4 gün sonra ödeniyor.
Atladığımız bir yer var mı?
Medyadan takip ediyorum, Özal suikastı, Çetin Emeç suikastı zaman zaman gündeme geliyor; ancak unutmamalı ki o günlerde Erol Simavi de tehdit almaktadır. Çetin Emeç suikastının ardından Yüzyıl dergisini arayan ve istihbaratçılara ülkücü çevrelere yakın olduğu izlenimini veren bir kişi, “İki yıl önce olaylar başlayacak diye MİT’e bildirdik. Erol Simavi’yi annesi Melek Hanım’ın mevlidinde indireceklerdi. Ama mevlide gelmedi, kurtuldu! Onun yerine Çeto’yu vurdular.” diyor… Bu iddiayı Erol Simavi’nin yakın çevresine aktardığımda, o dönemde gazete yönetimine uyarı niteliğinde bir liste iletildiğini ve gazetenin pek çok önde gelen yazarının yanı sıra Erol Simavi adının da bu listede bulunduğunu ifade etmişlerdir. Hatta bu uyarı üzerine bazı yazarların giriş çıkış saatlerini değiştirdikleri, değişik güzergâhlar kullanmaya başladıkları… Ayrıca Özcan Ertuna, Melek Simavi’nin cenazesinde Erol Simavi’nin çevresinde hilâl şeklinde bir koruma ordusunun bulunduğunu doğrulamıştır. Demek ki bir ihbar var! Erol Bey’in yakın çevresinden Bilgin Akın, o dönemde tehditlerin arttığını, İsviçre’de bulunan Erol Simavi’nin Türkiye’ye gelmesini- onu olabildiğince tedirgin etmeden- engellemeye çalıştıklarını anlatmıştır.
Hürriyet’in Maxwell’e satışında derin devletin devreye girdiğini düşünen birisi olarak, Aydın Doğan’ın ‘Hürriyet benden çok devletin gazetesidir’ ifadesini nasıl okuyorsunuz?
Aydın Bey ilginç bir açıklama yapmış… Ben de size enteresan bir detay aktarayım. Erol Simavi’nin sahip olduğu yıllarda Hürriyet gazetesi, Yunan istihbarat birimince ‘Alfa-Ena’ tehdit derecesiyle sınıflandırılıyordu. O yıllarda Atina’da bazı Türk gazetecilerle Yunan istihbaratı arasında casus filmlerini aratmayan maceralar yaşanmaktadır. Uzun yıllar Hürriyet Atina temsilcisi olarak görev alan Cem Başar da bu gazetecilerdendir. Başar, 1982 Mart’ında ‘istenmeyen adam’ ilan edilerek Yunanistan’dan sınır dışı edilmiş ve Atina maceraları, bir dizi yazı şeklinde Hürriyet’te dört gün boyunca yayımlanmıştır. Kitaba ilişkin röportajlar yaptığım günlerde, bilgisine başvurduğum bir Hürriyet gazetesi eski Atina temsilcisi, Başar’ı işaret ederek, “Benden önceki temsilciler MİT’le çalışıyordu.” demişti… İlginçtir ki bu istihbaratıCem Başar’a yöneltip “Doğru mu?” diye sorduğumda Hürriyet Atina temsilcisi olarak çalıştığı yıllarda MİT ile bağlantı hâlinde olduğunu açıkça söyledi. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Röportaj: Fatih Vural- Aksiyon Dergisi